İklim değişikliğiyle mücadele kapsamında Türkiye’de yasal düzenlemeler hızla gelişiyor. Özellikle İklim Kanunu, Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) taslak yönetmeliği, Endüstriyel Emisyonların Kontrolü Yönetmeliği ve Türkiye’nin güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı (Nationally Determined Contribution, NDC) gibi mevzuatlar, ekonominin düşük karbonlu dönüşümü için çerçeve oluşturuyor. Bu düzenlemeler, bankaların kredi portföyleri açısından yeni iklim geçiş riski unsurlarını gündeme getiriyor. İklim geçiş riski, düşük karbonlu ekonomiye geçiş sürecinde ortaya çıkan mevzuat değişiklikleri, teknolojik dönüşüm ve piyasa dinamiklerinden kaynaklanan finansal riski ifade eder. Bu rehberde, söz konusu iklim düzenlemelerinin amacı, kapsamı ve temel hükümleri bütüncül bir şekilde ele alınarak “iklim geçiş riski” bakımından bankaların neden önemsemeleri gerektiği açıklanacaktır. Ayrıca, kredi riski değerlendirme süreçlerine bu düzenlemelerin nasıl entegre edilebileceğine dair somut öneriler ve Türkiye’nin 2030 ve 2053 hedefleri ışığında sektör bazında orta ve uzun vadeli geçiş risk analizleri sunulacaktır.
Türkiye İklim Kanunu: Amaç, Kapsam ve Temel Hükümler
Türkiye’nin ilk İklim Kanunu Temmuz 2025’te kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu kanun, sera gazı emisyonlarının azaltımı ve iklim değişikliğine uyum hedeflerine ulaşmak için gerekli planlama ve uygulama araçlarının yasal çerçevesini tanımlar. İklim Kanunu kapsam itibarıyla iklim değişikliğiyle mücadelede izlenecek usul ve esasları, finansman mekanizmalarını, izin ve denetim süreçlerini ve kurumsal yapıları belirlemektedir. Kanun; “adil geçiş”, “emisyon ticaret sistemi (ETS)”, “gömülü sera gazı emisyonu”, “iklim adaleti” gibi yeni tanımları mevzuata kazandırmıştır.
Kanunun getirdiği temel ilkeler arasında eşitlik, iklim adaleti, ihtiyatlılık, katılım, sürdürülebilirlik, şeffaflık ve adil geçiş prensipleri yer alır. Tüm kamu kurumları ve özel sektör, alınacak iklim tedbirlerine uymakla yükümlü kılınmıştır. İklim Kanunu, Türkiye’nin 2053 yılı için belirlediği net sıfır emisyon ve yeşil kalkınma hedefi doğrultusunda kritik bir adım olarak görülmektedir. Bu kanun sayesinde ekonominin iklim kaynaklı olumsuz etkilere dirençli hale getirilmesi, temiz ve verimli üretimin desteklenmesi ve şehirlerden tarıma kadar tüm alanlarda iklim dostu dönüşümün sağlanması amaçlanmaktadır.
İklim Değişikliği Başkanlığı, sera gazı emisyonlarının azaltımı ve uyum çalışmalarını izlemekle, ilgili sektörler arasında koordinasyonu sağlamakla ve karbon fiyatlandırması gibi piyasaya dayalı mekanizmaları düzenlemekle yetkilendirilmiştir. Kanun, ulusal düzeyde Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) kurulmasının da yasal zeminini oluşturmuştur. Bu kapsamda, doğrudan sera gazı emisyonuna neden olan işletmelere sera gazı emisyon izni alma zorunluluğu getirilmiştir; ETS kapsamına girecek faaliyetler ve tahsisat (emisyon hakkı) dağıtımı usulleri ileride çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenecektir. Ayrıca kanun, finansal kaynakların iklim dostu projelere yönlendirilmesi amacıyla Türkiye Yeşil Taksonomisi oluşturulmasını öngörmektedir. Ulusal ve yerel iklim eylem planlarının hazırlanması, her ilde İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulları kurulması gibi hükümler de kanunda yer almıştır.
İklim Kanunu aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası taahhütleriyle uyumlu adımlar atmasına olanak tanır. Kanun gereğince, Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı (NDC) hedefleri doğrultusunda ulusal strateji ve eylem planları hazırlanacak ve uygulanacaktır. Kanunda öngörülen önemli yeniliklerden biri de uluslararası rekabette karbon kaçağını önlemek için Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) kurulabilmesidir. Türkiye gümrük bölgesine ithal edilecek malların içerdiği karbon emisyonlarını dikkate alacak SKDM’nin usul ve esasları, Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda belirlenecektir. Bu, Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (CBAM) ile uyumlu şekilde, karbon kaçağı riskine karşı ulusal bir tedbir geliştirme imkanı sunar.
İklim Kanunu, Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele kararlılığını ortaya koyan çerçeve bir yasadır. 2053 net sıfır emisyon hedefini yasama düzeyinde destekleyerek, ekonomide tüm paydaşlar için öngörülebilirlik sağlar. Kanun, iklim risklerinin azaltılmasını ve yeşil dönüşüm fırsatlarının değerlendirilmesini teşvik ederek, bankaların kredi portföylerindeki uzun vadeli risk dinamiklerini de değiştirecek bir dizi dönüşümün kapısını aralamıştır. Bankalar için bu kanunun anlamı; önümüzdeki yıllarda karbon yoğun sektörlere yönelik daha sıkı düzenlemeler, izin kısıtları ve piyasa mekanizmalarıyla karşılaşacak olmalarıdır. Dolayısıyla, İklim Kanunu’nun getirdiği prensip ve hedefler kredi riski değerlendirmelerinde stratejik bir girdi haline gelecektir.
Emisyon Ticaret Sistemi Taslak Yönetmeliği: Karbon Piyasasına Geçiş
Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) Taslak Yönetmeliği, İklim Kanunu’nun yürürlüğe girmesini takiben Temmuz 2025’te kamuoyuna duyurulan ilk yönetmelik taslağıdır. Bu taslak, Türkiye’nin karbon piyasası altyapısını oluşturmayı hedeflemekte ve **“Türkiye Emisyon Ticaret Sistemi”**nin yol haritasını çizmektedir. Yönetmelik taslağı, Türkiye’de yaklaşık on yıldır yürütülen sera gazı izleme, raporlama ve doğrulama (MRV) süreçlerini karbon fiyatlandırma mekanizmasıyla birleştirerek tek çatı altında toplamakta ve böylece ulusal bir ETS’nin ana unsurlarını tanımlamaktadır.
Taslak yönetmeliğin öne çıkan unsurları şunlardır:
Kapsam ve Üst Sınır: Yıllık 50.000 ton CO₂ eşdeğeri üzerinde emisyon salma kapasitesine sahip tesisler ETS kapsamına alınacaktır. Pilot dönemde sadece belirli sektörler (başlangıçta AB’nin SKDM kapsamında yer alan çimento, demir-çelik, gübre, elektrik vb. sektörler) dahil edilip ulusal emisyonların yaklaşık %41’ini kapsarken, 2028 itibarıyla başlayacak tam uygulama döneminde ETS kapsamı genişletilerek ulusal emisyonların yaklaşık %47’sini kapsayacaktır. Bu sayede en büyük emisyon kaynakları sisteme dahil edilecektir.
Pilot Dönem (2026-2027): İlk iki yıl pilot olarak belirlenmiş ve bu dönemde tesislere %100 oranında ücretsiz tahsisat sağlanması öngörülmüştür. Ücretsiz tahsisatlar, sektörler için belirlenecek kıyaslama (benchmark) değerlerine göre dağıtılacaktır. Pilot dönemde herhangi bir karbon mali yükü oluşmadan firmaların sisteme uyum sağlaması hedeflenmektedir.
1. Uygulama Dönemi (2028-2035): 2028’de başlayacak zorunlu uyum döneminde, iki alt periyot halinde (2028-2030 ve 2031-2035) ETS işleyecektir. Bu dönemde ücretsiz tahsisatlar kademeli azaltılacak; işletmeler emisyon hacimlerini tahsis edilen karbon kredileriyle denkleştirmek zorunda kalacaktır. Yönetmelik, ilk uygulama yıllarında da firmalara belirli oranda ücretsiz tahsisat verileceğini ve karbon fiyat şokunu yönetmek için tahsisat fiyat koridoru gibi mekanizmaların devreye sokulacağını öngörmektedir.
Emisyon Üst Sınırı ve Yoğunluk Temelli Yaklaşım: Taslak, ekonominin büyümesine imkan tanırken karbon yoğunluğunun azaltılmasını hedefleyen bir yaklaşım benimsiyor. Her sektör için emisyon yoğunluğu baz alınarak üst sınırlar belirlenmesi ve böylece üretimin artabilmesine karşın ürün başına düşen emisyonun azalmasının teşvik edilmesi planlanıyor. Bu, mutlak emisyon azaltımının yanında verimlilik artışını da önemseyen bir modeldir.
İzleme ve Raporlama Yükümlülükleri: ETS kapsamındaki işletmelere, izleme planları, yıllık sera gazı emisyon raporları ve yıllık faaliyet seviyesi raporları hazırlama ve otoriteye sunma yükümlülüğü getirilmektedir. Ayrıca her tesis, faaliyetleri için İklim Değişikliği Başkanlığından sera gazı emisyon izni almak zorunda olacaktır (bu yükümlülük kanunla getirilen iznin yönetmelikle detaylandırılmasıdır).
Esneklik Mekanizmaları: Pilot dönem sonrasında denkleştirme (offset) imkanı tanınacağı, ayrıca bankalama (kullanılmayan hakların ileriki yıla devri) ve ödünç alma (gelecek dönem hakkını öne çekme) gibi esneklik araçlarının sisteme entegre edileceği belirtilmektedir. Bunlar, firmaların karbon yönetimini esnek biçimde yapmasını amaçlar.
Uyum ve Yaptırımlar: Taslak yönetmelik, ETS kapsamında yükümlülüklerin takibi ve ihlallere uygulanacak yaptırımları da tanımlamaktadır. Emisyon sınırını aşan veya yeterli tahsisat teslim edemeyen işletmelere idari para cezaları ve/veya ilave karbon maliyeti yükümlülükleri getirilmesi öngörülür. Bu, bankalar açısından müşterilerinin mevzuata uyum durumunu izlemeleri gerekeceği anlamına gelir.
Emisyon Ticaret Sistemi Taslağı, Türkiye’nin Avrupa Birliği ETS’sine ve Avrupa Yeşil Mutabakatı hedeflerine uyum sağlamasını kolaylaştıracak bir araç olarak değerlendirilebilirikv.org.tr. Karbon fiyatlandırmasının devreye girmesiyle, karbon yoğun sektörlerde faaliyet gösteren firmaların üretim maliyetleri ve rekabet koşulları değişecektir. Bankalar için ETS’nin anlamı, yüksek emisyonlu müşterilerin finansal performansının karbon fiyatlarından doğrudan etkileneceğidir. Çimento, demir-çelik, enerji gibi sektörlerde karbon kredisi alım satımı ve emisyon maliyetleri, kredi geri ödeme kapasitesini ve teminat değerlerini etkileyebilecek kritik bir faktör haline gelecektir. Bu nedenle kredi tahsis ve izleme süreçlerinde, Emisyon Ticaret Sistemi gelişmeleri yakından takip edilmelidir.
Endüstriyel Emisyonların Kontrolü Yönetmeliği: En İyi Tekniklerle Yeşil Dönüşüm
Sanayi sektöründe çevresel performansı artırmayı hedefleyen Endüstriyel Emisyonların Kontrolü (veya Yönetimi) Yönetmeliği, 14 Ocak 2025 tarihinde yayımlanmış ve 1 Aralık 2025 tarihinde yürürlüğe girmek üzere bir geçiş dönemi tanımlamıştır. Bu yönetmelik, Avrupa Birliği’nin Endüstriyel Emisyonlar Direktifi ile uyumlu şekilde, entegre kirlilik önleme ve kontrol yaklaşımını Türk sanayisine kazandırmaktadır. Amaç, belirli yüksek çevresel etkiye sahip sanayi tesislerinin mevcut en iyi teknikleri (Best Available Techniques, BAT) uygulayarak emisyonlarını ve atıklarını minimize etmeleridir.
Yönetmelik, eklerinde belirtilen sektörlerde faaliyet gösteren işletmelerin, çevre izin ve lisans süreçlerini tamamlayabilmeleri için Sanayide Yeşil Dönüşüm (SYD) Belgesi almalarını zorunlu kılmıştır. SYD belgesi, bir tesisin çevresel performansının değerlendirmesi sonucunda verilecektir. Tesisler, uluslararası kabul görmüş en iyi teknikleri üretim süreçlerine entegre ederek enerji verimliliği, emisyon kontrolü, atık yönetimi gibi kriterlerde ilerleme kaydetmek zorundadır.
Çevresel performans sınıflandırması: Yönetmelik, işletmelerin BAT uygulama düzeyine göre çevresel performanslarını A’dan F’ye kadar sınıflandıracaktır. Bu derecelendirme, firmaların ne ölçüde temiz üretim yaptığının bir göstergesi olacaktır. Mevcut tesisler için kademeli bir uyum takvimi öngörülmüştür: 31 Aralık 2028’e kadar en az F sınıfı, 31 Aralık 2030’a kadar ise en az D sınıfı SYD belgesine sahip olmak zorundadırlar. Yeni kurulacak tesisler ise faaliyete başladıklarında en az D sınıfı seviyede performans göstermek durumundadır. Bu şartlar, sanayi kuruluşlarını 2025-2030 aralığında önemli çevresel yatırımlar yapmaya teşvik etmektedir. A sınıfı belgeye ulaşabilen tesisler ise en yüksek çevresel standartları temsil edecek olup, uluslararası pazarda rekabet avantajı elde etmeleri beklenmektedir.
SYD Belgesi ve kredi riski ilişkisi: Bir sanayi firmasının SYD belgesi alabilmesi, büyük ölçüde teknoloji yatırımına ve proses iyileştirmelerine bağlıdır. Yönetmelik, firmalara “yeşil dönüşümün bir maliyet değil rekabet avantajı olduğu” mesajını vermektedir. Ancak, bu dönüşüm için gerekli finansman ve yatırım kapasitesi, özellikle KOBİ ölçeğindeki sanayi kuruluşları için bir meydan okuma olabilir. Bankalar, kredi verdikleri sanayi şirketlerinin SYD belgesi gerekliliklerini karşılayabilme yeteneğine dikkat etmelidir. Zira, bu yönetmeliğe uyum sağlayamayan tesislerin çevre izinlerini kaybetme veya faaliyetlerini kısıtlama riski bulunmaktadır ki bu durum kredi geri ödeme yeteneğini doğrudan etkileyebilir.
Teknoloji ve zamanlama: Yönetmelik sayesinde Türk sanayicileri en iyi mevcut teknikleri takip etmeye ve uygulamaya zorunlu kılınmıştır. Bu durum, enerji verimli ekipman, filtre sistemleri, atık ısı geri kazanım üniteleri veya proses optimizasyonları gibi alanlarda önemli yatırımlar anlamına gelir. Özellikle 2028 ve 2030 tarihlerine konan hedefler, sanayi firmalarının orta vadeli iş planlarına çevresel iyileştirme yatırımlarını dahil etmelerini gerektiriyor. Bankalar için bu durum, sanayi sektöründeki müşterilerin nakit akışı projeksiyonlarında ilave sermaye harcamalarının (CAPEX) yer alacağı ve bu yatırımların getirilerinin risk analizlerinde değerlendirilmesi gerektiği anlamına gelir. BAT uyumu için yapılacak bir modernizasyon yatırımı, firmanın rekabet gücünü korumasını sağlayarak uzun vadede kredi riskini azaltıcı bir etki yapabilir; ancak kısa vadede bu yatırımın finansmanı için ek kredi talebi oluşabilir.
Endüstriyel Emisyonların Kontrolü Yönetmeliği sanayi kuruluşlarına çevresel performans kriterlerini getiren kapsamlı bir dönüşüm programıdır. Türkiye’nin yeşil sanayi dönüşümünü hızlandırmayı hedefleyen bu düzenleme, bankaların özellikle imalat sanayii alanındaki portföylerinde ayrıntılı çevresel risk değerlendirmesi yapmalarını gerektirecektir. Çevre standartlarını yakalayamayan şirketler, ihraç pazarlarında da dezavantaj yaşayabileceğinden (örneğin AB Yeşil Mutabakatı ve SKDM nedeniyle), kredi analizi yaparken bu mevzuata uyum sağlayamamanın yaratacağı regülasyon riski mutlaka hesaba katılmalıdır.
Türkiye’nin Güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı (NDC) ve 2053 Hedefleri
Ekim 2021’de Paris Anlaşması’nı onaylayan Türkiye, 2022-2023 döneminde emisyon azaltım hedeflerini yükselterek güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanını sunmuştur. 2023 yılında açıklanan Birinci Güncellenmiş NDC, 2015’teki ilk niyet beyanındaki hedefleri güçlendirmektedir. Bu belgeye göre Türkiye, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını referans senaryoya kıyasla %41 oranında azaltmayı taahhüt etmektedir. Referans senaryo olarak 2012 yılı emisyon trendi baz alınmış ve bu iddialı hedef neticesinde 2030 yılında toplam emisyonların 695 milyon ton CO₂ eşdeğeri seviyesinde tutulacağı öngörülmüştür. Önceki hedef, %21’lik bir azaltım yönündeydi; dolayısıyla yeni hedef ciddi bir artış temsil eder.
Güncellenmiş NDC kapsamında ayrıca Türkiye, emisyonlarının en geç 2038 yılında tepe noktasına (peak) ulaşacağını belirtmiştir. Bu, 2030 sonrasında bir süre daha kontrollü artış veya plato döneminin olup sonrasında düşüşe geçileceği anlamına gelir. En önemlisi, 2053 yılına kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşma taahhüdü teyit edilmiştir. 2053 net sıfır hedefi, uzun vadede tüm sektörlerin karbon nötr hale gelmesini gerektirmektedir. NDC belgesi, ekonominin tüm sektörlerini kapsayacak şekilde azaltım ve uyum eylemlerini ve bu hedeflere ulaşmak için gerekli uygulama araçlarını da değerlendirmektedir.
Türkiye’nin 2030 ve 2053 hedefleri, bankacılık sektörü dahil tüm ekonomik aktörler için bir “yol haritası” sunmaktadır. 2030’a kadar %41’lik azaltım hedefi, önümüzdeki 7-10 yıllık dönemde karbon yoğunluğun azaltılması için politikaların sıkılaşacağına işaret eder. Nitekim, enerji üretiminden sanayi üretimine, ulaşım ve tarıma kadar pek çok alanda yenilenebilir enerji yatırımları, enerji verimliliği tedbirleri ve teknoloji dönüşümleri beklenmektedir. 2053 net sıfır hedefi ise daha radikal değişimlerin habercisidir: fosil yakıt tüketiminin minimize edilmesi, karbon yakalama ve depolama teknolojilerinin devreye alınması, ormansızlaşmanın önlenip yutak kapasitesinin artırılması gibi uzun vadeli stratejiler gerekecektir.
Kredi geçiş riski açısından, NDC hedefleri iki nedenle önem taşır: (1) Politika Öngörülebilirliği: Bankalar, bu resmi hedefler sayesinde hangi zaman diliminde ne düzeyde karbon kısıtlamalarıyla karşılaşılabileceğini makro düzeyde öngörebilirler. 2030 hedefini yakalamak için karbon fiyatlandırmasının kademeli olarak artacağı veya belirli sektörlere yeni sınırlandırmalar geleceği beklenebilir. (2) Uluslararası Baskı ve Yatırım Trendleri: Türkiye’nin iddialı NDC’si, uluslararası finansal çevrelerde de yakından takip edilmektedir. Düşük karbonlu ekonomiye geçişe uyum sağlayan ülkeler, doğrudan yabancı yatırım ve yeşil finansman kaynaklarına erişimde avantaj elde etmektedir. Bankalar, kendi portföylerini NDC hedefleriyle ne kadar uyumlu hale getirirlerse (örneğin kredilerinin ne kadarı düşük karbon teknolojilere gidiyor, yüksek karbonlu varlıkları finanse etmiyor vs.), uzun vadede hem itibar hem fonlama maliyeti açısından kazanım sağlayacaktır.
Türkiye’nin güncellenmiş NDC’si bir yandan kamunun iklim politikasındaki kararlılığını gösterirken diğer yandan özel sektöre de net bir sinyal vermektedir: Karbon yoğun iş modelleri için zaman daralıyor. Bankaların, bu sinyali alarak kredi risk analizlerinde her bir müşterinin 2030 ve 2053 perspektifinde nerede duracağını değerlendirmesi kritik hale gelmiştir.
İklim Düzenlemelerinin Kredi Geçiş Riski Açısından Önemi
Yukarıda özetlenen düzenlemeler – İklim Kanunu, ETS yönetmeliği taslağı, Endüstriyel Emisyonlar yönetmeliği ve ulusal hedef beyanları – birlikte ele alındığında, Türk bankaları için iklim geçiş riskinin somut birer parçasını oluşturuyor. Peki bu düzenlemeler neden bankaların kredi riski perspektifinden büyük önem taşıyor? Aşağıda, geçiş riskinin bankalar açısından önem arz eden boyutları açıklanmaktadır:
Karbon Fiyatı ve Maliyet Riski: Emisyon Ticaret Sistemi ve İklim Kanunu’nun sağladığı çerçeve ile karbon fiyatlandırması Türkiye ekonomisine giriyor. Karbon emisyonu yoğun şirketler, 2026’dan itibaren önce pilot düzeyde, 2028’den sonra ise karbon maliyetlerine maruz kalacaklar. Bu durum, özellikle enerji üretimi, çimento, demir-çelik, rafineri, petrokimya gibi sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin işletme giderlerini artıracaktır. Kâr marjları düşebilecek, ürün fiyatlarına karbon maliyeti yansıtılamazsa rekabet güçleri azalabilecektir. Bankalar için bu, yüksek emisyonlu müşterilerin kredi ödeme kapasitesinin zayıflama riski anlamına gelir. İklim geçiş riski, klasik kredi risk faktörlerine (piyasa koşulları, döviz riski vs.) ek olarak karbon fiyat riski şeklinde tezahür edecektir.
Regülasyon Uyumu ve Yasal Risk: İklim Kanunu ve ikincil düzenlemeler, çeşitli sektörlerde zorunlu uyum yükümlülükleri getiriyor. Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği’ne uyamayan bir fabrika, çevre izinlerini kaybedebilir veya faaliyetleri kısıtlanabilir. ETS kapsamında emisyon izni olmadan faaliyet gösterilemeyecek ve şirketlerin yıllık emisyon raporu sunması gerekecek. Bu tür yasal yükümlülüklere uyum sağlamayan şirketler idari yaptırımlarla karşılaşacak, hatta faaliyet durdurmaya kadar varan sonuçlar doğabilecektir. Bankalar için müşterilerinin bu düzenlemelere uyum durumu kritik bir risk göstergesidir. Uyum sağlayamayan bir firmanın iflas riski yükselebilir veya gelirleri kesintiye uğrayabilir. Dolayısıyla kredi değerlendirmesinde mevzuata uyum (regulatory compliance) skoru zayıf olan müşterilere daha temkinli yaklaşılması gerekebilir.
Teknoloji ve Yatırım Riski: Geçiş riskinin bir diğer boyutu, iklim dostu teknolojilere geçiş yapamayan şirketlerin rekabet gücünü kaybetme riskiyle ilgilidir. Yukarıda görüldüğü gibi sanayi tesislerinin BAT uygulaması için önemli yatırımlar şart. Enerji sektöründe yenilenebilir kaynaklara yatırım yapmayan üreticiler, artan karbon maliyetleriyle elektrik piyasasında geri düşecektir. Ulaştırma sektöründe elektrikli araçlara geçişi takip etmeyen şirketler (örneğin lojistik filolarını yenilemeyenler), yakıt kısıtları ve şehir içi emisyon sınırlamaları nedeniyle iş kaybı yaşayabilecektir. Bu teknolojik dönüşüm zorunluluğu, varlıkların elde kalma riski (stranded assets) kavramını gündeme getirir: Yeni düzenlemeler nedeniyle ekonomik ömrünü tamamlamadan atıl kalabilecek kömür santralleri, eski teknoloji fabrikalar vb. varlıklar önemli bir finansal risktir. Bankalar, teminat aldıkları varlıkların gelecekte değer kaybedip kaybetmeyeceğini de dikkate almalıdır.
Piyasa ve Rekabet Riski: İklim düzenlemeleri sadece maliyet yükü değil, aynı zamanda piyasa dinamiklerinde değişim demektir. Düşük karbonlu üretim yapan şirketler, ihraç pazarlarda tercih edilir hale gelecektir. Özellikle AB’nin Yeşil Mutabakat politikası kapsamında tedarik zincirlerinde karbon ayak izine dikkat edildiği bir döneme giriyoruz. Örneğin, yeşil çelik (düşük karbonlu çelik) üretmeyen firmalar, otomotiv gibi sektörlerin tedarikçisi olamayabilir. Sınırda Karbon Düzenlemesi (SKDM) devreye girdiğinde, ürünlerinin gömülü emisyonu yüksek olan ihracatçılar ek maliyet ödeyecek veya pazar payı yitirecek. Bu durumda bankalar için, karbon yoğun sektörlere açılan kredilerin geri ödeme olasılığı piyasa kayıpları nedeniyle düşebilir. Öte yandan, iklim dostu üretime geçmiş şirketler rekabet avantajı yakalayarak finansal performansını artırabilir. Yani geçiş riskini iyi yöneten firmalar ile yönetemeyenler arasındaki kredi risk farkı giderek açılacaktır.
İtibar ve Sürdürülebilirlik Riski: Bankalar açısından, yüksek karbon ayak izine sahip şirketlere finansman sağlamanın itibar riski de bulunmaktadır. Küresel yatırımcılar ve fon sağlayıcılar, bankaların portföylerinin iklim riskini yakından incelemektedir. Türkiye’de de BDDK, sürdürülebilir bankacılık konusunda adımlar atmaktadır. Yayımlanan taslak rehberde bankaların iklim risklerini etkin yönetmeleri beklenirken, kredi riski süreçlerinde iklimle bağlantılı finansal risklerin dikkate alınması gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla, mevzuata uyumsuz ve yüksek emisyonlu şirketlere kontrolsüz biçimde kredi sunmaya devam eden bankalar, ileride hem düzenleyici denetimlerde olumsuz değerlendirmelerle karşılaşabilir hem de uluslararası finansman temininde zorlanabilirler.
Yukarıdaki noktalar, iklimle ilgili düzenlemelerin bankaların risk yönetimi açısından artık “çevresel bir konu” olmanın ötesine geçip doğrudan finansal bir konu haline geldiğini göstermektedir. Nitekim BDDK’nın 2024’te yayımladığı “İklimle Bağlantılı Finansal Riskler” taslak rehberi, bankaların iklim risklerini kurumsal yönetimden sermaye yeterliliğine kadar tüm boyutlarda entegre etmesi gerektiğini belirtmiş ve özellikle kredi riski yönetiminde iklim risklerinin dikkate alınmasını özel bir ilke olarak tanımlamıştır. Ayrıca sektör genelinde farkındalık artmaktadır: bir rapora göre Türkiye’de aktif büyüklüğü yüksek 20 bankanın %46’sı iklim risklerini yönetmek üzere yazılı stratejiye sahip ve 13 banka (%49) “yenilenebilir olmayan enerji” sektörünü geçiş riskleri bakımından en riskli ilk 5 sektör arasında değerlendirmektedir. Bu durum, fosil yakıt sektörünün kredi portföylerinde zaten riskli olarak sınıflandırılmaya başlandığını ortaya koymaktadır.
Özetlemek gerekirse, İklim Kanunu ve ilgili düzenlemelerle gelen dönüşüm, bankalar açısından hem tehdit hem fırsat içermektedir. Dönüşüme ayak uyduramayan şirketler iflas riski taşırken, yeşil teknolojilere yatırım yapanlar piyasa paylarını artırabilir. Bankalar, geçiş riskini proaktif yöneterek kredi portföylerinin dayanıklılığını artırabilir, aynı zamanda düşük karbon ekonomisine geçişi finanse ederek yeni iş fırsatları da yakalayabilir.
Kredi Riski Değerlendirme Süreçlerinde İklim Geçiş Riskinin Entegrasyonu
İklimle ilgili bu düzenlemelerin yürürlüğe girmesiyle, bankaların geleneksel kredi risk değerlendirme süreçlerini güncellemeleri gerekecektir. Aşağıda, kredi riski değerlendirme ve izleme süreçlerinde iklim geçiş riskini dikkate almak için somut öneriler sıralanmaktadır:
Sektör ve Müşteri Düzeyinde Risk Haritalaması Yapın: Öncelikle banka portföyünüzü sektör ve alt sektör bazında iklim geçiş riskine maruziyet açısından sınıflandırın. Hangi kredileriniz karbon yoğun sektörlere (enerji, sanayi, ulaştırma, çimento, demir-çelik vb.) ait? Bu sektörlerden hangileri ETS kapsamında veya Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği kapsamında yükümlülüklere tabi? Örneğin, yıllık 50 bin ton CO₂’den fazla emisyonu olan ve dolayısıyla ETS’ye girecek bir çimento fabrikası, aynı teminat yapısına sahip ancak ETS dışında kalan bir fabrikadan daha yüksek risk profilindedir. Benzer şekilde, SYD belgesi almak zorunda olan bir imalat tesisi, gerekli yatırımları yapmadıysa çevresel uyum riski taşır. Bu nedenle kredi portföyünde geçiş riskine en açık dilimleri belirleyip odaklanın.
Müşteri Değerlendirmesine İklim Riski Kriterleri Ekleyin: Kredi tahsis süreçlerinde, müşterilerin iklim stratejilerini ve düzenlemelere uyum kabiliyetini sorgulayın. Somut olarak, kredi değerlendirme formlarınıza şu gibi sorular ekleyebilirsiniz: Firmanın karbon emisyon düzeyi nedir? İklim Kanunu ve ilgili yönetmeliklere uyum için bir planı var mı? Enerji verimliliği veya yenilenebilir enerji yatırımı yaptı mı? Ürün/hizmet talebi iklim değişikliği nedeniyle etkilenir mi? Firmanın yöneticileri iklim risklerinin farkında mı? Bu tip sorular, müşterinin geçiş riskine hazırlık seviyesini ortaya koyacaktır. Örneğin, demir-çelik sektöründe bir firma, elektrik ark ocaklarına (EAF) geçiş gibi düşük karbon teknolojilerine yatırım planlıyorsa, uzun vadeli rekabet gücünü koruyacaktır. Bu da kredi riskini azaltan bir faktördür.
Finansal Projeksiyonlarda Karbon Maliyetini Dikkate Alın: Müşterilerinizin finansal tahminlerini değerlendirirken, olası karbon fiyatlarını ve çevresel uyum için gerekli harcamaları hesaba katın. Özellikle 2028 sonrası dönem için, yüksek emisyonlu firmaların gelir tablosuna bir karbon maliyeti satırı eklenmeli. Örneğin, bir termik santral işleten enerji şirketinin 2028’den sonra ETS kapsamında ton başına diyelim ki 30-50 € karbon bedeli ödeyeceğini varsayarak kârlılık analizini güncelleyin. Aynı şekilde, Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği’ne tabi bir fabrikanın 2025-2030 arasında yapacağı çevresel yatırımlar (filtre sistemleri, verimlilik artırıcı ekipman vb.) için sermaye harcaması öngörüp nakit akışını ona göre revize edin. Bu tür stres testleri, müşterinin borç servis kapasitesinin geçiş riskine dayanıklı olup olmadığını gösterecektir.
İklim Riski Skorlaması ve İçsel Derecelendirme: Mevcut kredi risk derecelendirme modellerinizi gözden geçirerek, iklim risklerini yansıtan ek kriterler ekleyin. Örneğin, “Karbon Yoğunluğu Skoru”, “Regülasyon Uyumu Skoru”, “Yeşil Gelir Oranı” gibi alt dereceler tanımlanabilir. Bu skorlar belirli eşiklerin altındaysa, müşterinin içsel kredi notuna bir ceza puanı uygulanabilir. Böylece iklim geçiş riski, kredi notlarına nüfuz eder ve karar süreçlerine sistematik olarak dahil olur. Bu yaklaşım, BDDK’nın iklim riskleri rehberindeki orantılılık prensibine de uygundur; her bankanın kendi portföy yapısına göre bu entegrasyonu yapması beklenir. Küçük-orta ölçekli bankalar basit bir sınıflama ile başlayabilir, büyük bankalar daha sofistike puanlama sistemleri kurabilir.
Sektörel Limitler ve İştah Tanımları: Banka risk iştahı beyanlarınızı güncelleyerek, iklim riskini yansıtacak sektör limitleri koyun. Örneğin, kömür madenciliği veya kömüre dayalı enerji üretimi sektörüne kredi plasmanına miktar veya pay bazında bir üst sınır tanımlanabilir. Birçok uluslararası bankanın yaptığı gibi “kömüre sıfır finansman” hedefi zamanla benimsenebilir. Türkiye’de de bazı bankalar fosil yakıt finansmanından kademeli çıkış planlarını açıklamaya başlamıştır. Benzer şekilde, portföyünüzdeki yüksek riskli sektörlerin (çimento, termik santral, ağır sanayi gibi) toplam payına bir limit koymak, risk konsantrasyonunu önler. Risk iştahı çerçevesinde, yüksek iklim riski taşıyan krediler için daha fazla sermaye ayırma veya daha yüksek fiyatlama yapılacağı da belirtilebilir.
Fiyatlamada İklim Risk Primini Unutmayın: Kredi fiyatlaması yaparken, geçiş riski yüksek müşteriler için ilave risk primi uygulamayı değerlendirin. Örneğin, benzer finansal profillere sahip iki şirketten biri düşük karbon teknolojilere yatırım yapmış, diğeri yapmamış olsun. İkinci şirketin geçiş riski daha yüksektir ve bu, kredi spread’ine yansıtılmalıdır. Bu yöntem, yüksek riskli sektörlerde finansmanın maliyetini yükseltirken, firmaları da sürdürülebilir yatırımlara teşvik edecektir. Hatta mümkünse sürdürülebilir performansa endeksli kredi ürünleri geliştirebilirsiniz: Müşteri belirli emisyon azaltım hedeflerini tutturursa faiz indiriminden faydalanır, tutturamazsa standart oran uygulanır. Böylece bankanızın portföyündeki iklim riski zamanla azalırken, fiyatlama mekanizması da adil geçişi destekleyici bir araç haline gelir.
Stres Testleri ve Senaryo Analizleri Uygulayın: Banka genelinde periyodik olarak iklim riskine özel stres testleri yapın. Örneğin, “zorunlu karbon fiyatı hızla 100 €/ton’a çıkarsa” veya “2030’da sert bir düzenlemeyle bazı yüksek emisyonlu tesisler kapanmak zorunda kalırsa” gibi uç senaryoları modelleyin. Bu senaryolarda kredi portföyünüzde beklenen zarar (örn. temerrüt oranları artışı, teminat değeri düşüşü) ne kadar olur? Böyle bir analiz, hangi sektör veya müşterilerin kırılgan olduğunu ortaya koyar. Elde edilen sonuçlara göre önceden önlem alınabilir (örneğin belirli müşterilerle yeniden yapılandırma görüşmeleri, ek teminat talebi, vade kısaltma gibi). İklim senaryo analizleri, uzun vadeli risklerin bugünden görünür kılınmasında etkilidir.
Müşteri İletişimi ve Destek: Müşterilerinize iklim geçiş riskinin önemini anlatın ve bu alanda danışmanlık sağlayın. Bankaların rolü sadece riskten kaçınmak değil, aynı zamanda reel sektöre rehberlik etmektir. Örneğin, enerji verimliliği yatırımları yapmak isteyen KOBİ’lere uygun koşullu yeşil krediler sunabilirsiniz. Ya da büyük kurumsal müşterilere, yeşil tahvil/yeşil kredi ihraçları konusunda destek verip finansman çeşitlendirme fırsatı yaratabilirsiniz. Müşterileriniz düzenlemelere uyum sağladıkça risk profilinin iyileşeceğini, bunun da kredi koşullarına olumlu yansıyacağını vurgulayın. Bu yaklaşım, bankanızın hem riskini azaltır hem de itibarını yükseltir.
Yukarıdaki adımlar, bankaların iklim geçiş risklerini somut biçimde yönetmesine yardımcı olacaktır. Önemli olan, bu süreçleri klasik uyum (compliance) mantığının ötesinde, stratejik bir risk yönetimi unsuru olarak görmektir. Unutulmamalıdır ki, iklim riskleri gerçekleştikçe (örneğin ani bir karbon vergisi yürürlüğe girdiğinde veya büyük bir kirleticiye faaliyet kısıtlaması geldiğinde) telafi maliyeti çok yüksek olabilir. Bu nedenle proaktif davranarak kredi portföyünüzü bugünden geleceğin iklim düzenlemelerine hazırlamak, finansal sürdürülebilirlik açısından kritik bir adımdır.
Türkiye’nin 2030 ve 2053 Hedefleri Kapsamında Sektörel Geçiş Riski Analizi
Türkiye’nin orta vadeli (2030) ve uzun vadeli (2053) iklim hedefleri, sektörel bazda dönüşüm gerekliliklerini de beraberinde getiriyor. Aşağıda, özellikle sanayi, enerji, çimento, demir-çelik, ulaştırma ve tarım gibi sektörlerin karşı karşıya olduğu geçiş riskleri irdelenmiştir. Her bir sektör için 2030’a kadar beklenen risk dinamikleri ile 2053 net-sıfır hedefi doğrultusunda uzun vadeli risk ve fırsatlar değerlendirilmektedir.
Sanayi ve İmalat Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Sanayi sektörü (çimento ve demir-çelik dışında kalan imalat sanayii, kimya, tekstil, otomotiv, vb. dahil) Türkiye’nin sera gazı emisyonlarında önemli paya sahip bir alandır. 2030’a kadar sanayi genelinde enerji verimliliği artırımı, elektrifikasyon ve temiz üretim tekniklerine geçiş kritik olacaktır. İklim Kanunu ve Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği, sanayi tesislerini somut adımlar atmaya zorladığı için uyum sağlayamayan işletmeler için yüksek uyum maliyeti riski mevcuttur. Özellikle kimya, cam, seramik, kağıt gibi enerji yoğun alt sektörler, karbon fiyatından ve BAT gerekliliklerinden etkilenecektir. 2030’a dek bu sektörlerde yenilenebilir enerji kullanımı, atık ısı geri kazanımı, düşük karbonlu yakıtlara geçiş gibi önlemleri almayan firmalar, regülasyon kaynaklı maliyet artışlarıyla yüz yüze kalacaklardır.
2053 Net Sıfır Perspektifi: Uzun vadede sanayi sektörünün tamamen düşük karbonlu veya karbonsuz üretim teknolojilerine geçmiş olması beklenir. Bu, hidrojen enerjisi kullanımı, karbon yakalama ve depolama (CCS) sistemlerinin entegrasyonu veya ham madde dönüşümleri (örneğin yeşil çimento klinkeri, karbon-negatif malzemeler vb.) gibi köklü değişimlerle mümkün olacaktır. 2050’lere yaklaşıldığında sanayide fosil yakıt kullanımı neredeyse sıfırlanmalıdır. Bu da doğal gaz veya kömürle çalışan sanayi kazanlarının yerini elektrik veya biyoyakıt gibi kaynaklara bırakması demektir. Geçiş riskinin uzun vadede tezahürü, bu dönüşümü yapamayan sanayi şirketlerinin rekabet dışında kalması olacaktır. Bankalar için sanayi sektöründe 2040’lar ve 2050’ler projeksiyonuna bakıldığında, portföylerindeki en yüksek risk grubunun teknolojik dönüşüme dirençli veya finansman bulamayan şirketler olacağı söylenebilir. Örneğin, 2040 yılında hala eski tip fosil yakıtlı fırınlarla üretim yapan bir tesis düşünmek zor – ya çok yüksek karbon vergileri ödüyor olacaktır ya da faaliyetine son vermiş olacaktır.
Çimento Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Çimento sektörü, tek başına Türkiye toplam emisyonlarının ~%7-8’ini oluşturan, en karbon yoğun sektörlerden biridir. Çimento üretiminden kaynaklanan CO₂, hem enerji amaçlı yakıt yakmadan hem de kimyasal tepkimeden (klinker üretiminde kireçtaşının kalsinasyonu) kaynaklanır. 2030’a kadar çimento sektörünü bekleyen en büyük geçiş riski, Emisyon Ticaret Sistemi ve Sınırda Karbon Düzenlemesi ile ilgilidir. Özellikle AB’ye çimento ihracatı yapan firmalar, 2026’dan itibaren CBAM kapsamında karbon bedeli ödemek zorunda kalacaklardır. İç piyasada ise ETS ile karbon maliyeti 2028’den itibaren devreye girecek. Bu durum, verimsiz ve eski teknolojiye sahip çimento tesislerini finansal açıdan zora sokabilir. Geçiş riskini azaltmak için sektör, atık yakıt kullanımı, enerji verimliliği artırımı, çimento içinde klinker oranının düşürülmesi (örneğin katkı maddeleri kullanımı) gibi yöntemlerle emisyon yoğunluğunu azaltmaya çalışmaktadır. Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği gereği, çimento tesisleri de SYD belgesi almak için BAT (en iyi teknikler) uygulamak zorunda kalacaklarından, atık ısı geri kazanım sistemleri, modern filtrasyon ve dijital optimizasyon yatırımları gündemdedir. Bankalar, 2030 ufkunda çimento sektöründeki müşterilerinin bu yatırımları yapıp yapmadığına özellikle dikkat etmelidir; aksi halde hem regülasyon cezası hem de piyasada rekabetçilik kaybı nedeniyle kredi riskleri artar.
2053 Net Sıfır Perspektifi: Uzun vadede çimento sektörü en zor “karbonsuzlaşacak” sektörlerden biridir çünkü kimyasal süreç kaynaklı emisyonları tamamen ortadan kaldırmak bugünkü teknolojilerle mümkün değildir. 2053’e giderken sektörde radikal yenilikler beklenir: Karbon yakalama, kullanma ve depolama (CCUS) teknolojilerinin çimento bacalarında uygulanması gerekebilir. Alternatif olarak, kireçtaşı yerine başka hammaddeler veya inovatif bağlayıcı malzemeler kullanılarak “yeşil çimento” üretimi gündeme gelecektir. Hidrojen kullanımının da yüksek sıcaklık gerektiği için bir opsiyon olması olasıdır (örneğin fosil yakıt yerine yeşil hidrojenle fırın ısıtma). Bu değişikliklerin sermaye ihtiyacı ve teknoloji riski son derece yüksektir; dolayısıyla 2040’lardan itibaren bazı geleneksel çimento üreticileri için iş modeli riski doğacaktır. Bankalar bu sektörü uzun vadede izlerken, hangilerinin AR-GE ve teknoloji ortaklıklarıyla ayakta kalabileceğini, hangilerinin ise muhtemel “atıl varlık” haline geleceğini değerlendirmek durumundadır. Net-sıfır hedefli bir dünyada, klasik portland çimentosu üretimi yapan şirketler ya dönüşmüş ya da piyasadan silinmiş olacaktır. Bu da kredi portföylerinin bu gerçeğe hazırlanmasını zorunlu kılar.
Demir-Çelik Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Demir-çelik, enerji ve çimentoyla birlikte en çok emisyon yaratan sektörlerdendir. Türkiye’de hem entegre tesisler (yüksek fırınlı) hem de elektrik ark ocaklı (EAF) tesisler bulunmaktadır. Entegre tesisler kömür (kok) kullanarak cevherden çelik üretirken, EAF tesisler hurdadan elektrikle üretim yapar; bu ikincisi karbon açısından daha avantajlıdır. 2030’a dek sektörün geçiş riski, yüksek fırınlı tesislerin artan karbon maliyetleri ve uluslararası pazarda “yeşil çelik” talebinin yükselmesi ile ilgilidir. Avrupa, otomotiv ve beyaz eşya gibi sektörler için tedarik edilen çelikte düşük karbon ayak izi aramaya başlamıştır. Bu da Türk çelik ihracatçılarının karbon yoğun üretime devam etmesi halinde pazar kaybedebileceği anlamına gelir. ETS pilot döneminde demir-çelik de yer aldığından, 2026-2030 arası bedelsiz tahsisatlarla birlikte bir hazırlık süreci olacak, ancak 2030 sonrası karbon maliyetleri önemli hale gelecektir. Bu süreçte hurda kullanımı artırmak, enerji verimliliği sağlamak ve mümkünse yüksek fırınları iyileştirip emisyon düşürmek (örneğin fırınlarda hidrojen enjeksiyonu denemeleri gibi) kritik olacaktır. Endüstriyel Emisyonlar Yönetmeliği de demir-çelik sektörünü BAT uygulamaya zorlayarak, toz, NOx, SO₂ gibi kirleticiler yanında CO₂ verimliliğini de dolaylı olarak gündeme getirecektir. Bankalar, 2030 perspektifinde demir-çelik sektöründeki kredilerinde özellikle entegre tesislerin planlarını yakından incelemelidir: Planlarında elektrik ark ocağına geçiş veya hidrojen kullanımı gibi dönüşümler yoksa, o firmaların rekabet gücü ve dolayısıyla kredi riski zayıflayabilir.
2053 Net Sıfır Perspektifi: Uzun vadede küresel çelik sektörü yeşil çelik hedefine kilitlenmiş durumdadır. Yeşil çelik, üretimde fosil yakıt kullanılmadan (örneğin kömür yerine yeşil hidrojenle doğrudan indirgeme yöntemleri kullanarak) veya tamamen hurda/elektrik kaynaklı üretimle elde edilen çeliktir. 2050’lere gelindiğinde Türkiye’deki tüm çelik üreticilerinin de bu dönüşümü yapmış olması beklenir. Bu, yüksek fırınların yerini DRI (Doğrudan İndirgenmiş Demir) + EAF kombinasyonuna bırakması demektir. Yani cevherden çelik üretimi devam edecekse bile doğal gaz/hidrojen ile sünger demir üretilip EAF’da eritme sürecine geçilebilir. Böylece kömür kullanımı son bulur. Keza elektrik tüketiminin de yenilenebilir kaynaklardan gelmesi gerekir. Böylesi köklü değişimler, milyarlarca dolarlık yatırımlar anlamına gelir ve her oyuncu bunu başaramayabilir. Demir-çelik sektöründe geçiş riskini yönetemeyenler için 2040’larda yüksek emisyonlu varlıklara sahip olma riski gündeme gelecek; bazı tesislerin ekonomik ömrü bitmeden kapatılması söz konusu olabilir. Bankalar, uzun vadeli kredi portföy planlamasında, 2040 sonrası hala fosil yakıta dayalı süreçlerle çalışan çelik üreticisi bırakmamayı hedeflemelidir. Aksi takdirde 2053’e doğru yaklaşırken bu müşterilerin temerrüt veya tasfiye riski çok yükselmiş olacaktır.
Enerji (Elektrik Üretimi) Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Enerji sektörü, Türkiye emisyonlarının en büyük dilimini oluşturur. 2030’a kadar Türkiye, elektrik üretiminde yenilenebilir enerji payını önemli ölçüde artırmayı hedeflemektedir (2023 itibariyle ~%45 seviyelerinde olan yenilenebilir+nükleer payının daha da yukarı çıkarılması planlanıyor). İklim Kanunu sonrasında yayınlanacak politika belgelerinde, muhtemelen kömürlü termik santrallerin kademeli azaltımına dair işaretler olacaktır. Geçiş riski bakımından, kömür yakıtlı santraller en kırılgan varlıklardır. ETS’nin devreye girmesiyle kömür santralleri ciddi karbon maliyetine maruz kalacak, bu da onları ekonomik olmaktan çıkarabilecektir. Doğalgaz santralleri ise kömüre kıyasla daha az emisyonlu olsa da onların da uzun vadede emisyonlarını düşürmeleri gerekecektir. 2030’a gelindiğinde Türkiye’de yeni kömür santrali yapılmaması ve mevcutların yaşlandıkça devreden çıkması olası bir senaryodur. Ucuzlayan güneş ve rüzgar enerjisi teknolojileri, elektrik üretim portföyünü dönüştürecektir. Bankalar, 2030 ufkunda enerji sektörü kredilerinde varil yakıt riskini net biçimde değerlendirmelidir. Örneğin, 2025’te 15 yıl vadeli bir proje finansmanı olarak kömür santrali kredisi vermek, 2035’te söz konusu santralin regülasyon veya pazar nedeniyle kapanma ihtimalini barındırdığı için son derece risklidir. Nitekim birçok finansal kurum artık kömür projelerine kredi vermemektedir. Doğalgaz santralleri için de benzer şekilde karbon fiyatı kaynaklı kârlılık riskleri hesaplanmalıdır.
2053 Net Sıfır Perspektifi: 2053’te net sıfır hedefine ulaşmak, elektrik üretiminde tamamen karbonsuz bir yapıyı gerektirir. Bu, pratikte şunu ifade ediyor: Tüm elektrik üretimi yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgar, hidro, jeotermal) ve nükleer enerji gibi kaynaklardan sağlanmalı; esnekliğin gerektiği noktalarda depolama teknolojileri (büyük bataryalar, hidrojen üretimi ve yakımı, pompalı hidro depolama vb.) devreye girmeli. Fosil yakıtla (kömür veya gaz) çalışan az sayıda santral kalmışsa bile bunların emisyonları CCS (karbon yakalama ve depolama) ile sıfırlanmış olmalı. Aksi halde net sıfır denklemine uymaz. Bu vizyonda, bankaların portföyünde fosil yakıtlı elektrik üretim tesisi kredisi kalmaması normaldir. Geçiş riskinin uzun vadedeki boyutu, enerji şirketlerinin bu dönüşümü yapıp yapamamasıyla ilişkilidir. Yenilenebilir enerji yatırımlarını yapmayan, mevcut santrallerini dönüştürmeyen enerji şirketleri 2040’lardan itibaren değer kaybedecek, belki de iflasla piyasadan çekilecektir. Öte yandan enerji sektörü, geçiş riskini fırsata çevirebilecek de bir sektördür: Yeni teknolojiler (offshore rüzgar, yeşil hidrojen üretimi, akıllı şebekeler) sayesinde iş modelleri evrilecektir. Bankalar bu alanda yeşil finansman imkanlarını değerlendirerek hem ülkenin net sıfır yolculuğuna katkı yapabilir hem de portföylerinin uzun vadeli sağlığını güvence altına alabilir.
Ulaştırma Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Ulaştırma, Türkiye emisyonlarında enerji ve sanayiden sonra gelen önemli bir kalemdir. Karayolu taşımacılığı (ticari araçlar, binek araçlar) en büyük payı almaktadır. 2030’a kadar bu sektördeki geçiş riski, elektrikli araç dönüşümü ve yakıt verimliliği standartları üzerinden şekillenecektir. Dünyada birçok ülke 2030-2035 aralığında içten yanmalı motorlu araç satışını sonlandırma hedefi koymaktadır. Türkiye de hem üretici hem pazar olarak bu trende uyum sağlamak durumundadır. TOGG gibi elektrikli araç yatırımları, otomotiv sanayinin dönüşmeye başladığını gösteriyor. Geçiş riskine uyum sağlayamayan, örneğin elektrikli araç teknolojisine yatırım yapmayan yan sanayi firmaları ya da filolarını elektrikliye çevirmeyen lojistik şirketleri, artan yakıt maliyetleri ve ileride gelebilecek düşük emisyon bölgesi uygulamaları nedeniyle zorluk yaşayacaktır. 2030’a dek şehir içi ulaşımda da toplu taşıma filolarının elektrikli/CNG’ye geçişi, lojistik firmaların karbon ayak izi düşük araçlara yatırım yapması beklenir. Bankalar bu sektörde, örneğin büyük bir otobüs filosu yenileme projesini finanse ederken yeni emisyon standartlarını sağlayan araçlara yatırım yapılıp yapılmadığına dikkat etmelidir. Ulaştırmada ayrıca havacılık ve denizcilik de vardır; 2030’a kadar uluslararası havacılıkta karbon denkleştirme (CORSIA programı) devrede olduğundan havayolu şirketlerinin de ilave maliyet yükü altına girebileceğini, deniz taşımacılığında ise yeni yakıt standartları (düşük kükürt, ileride belki yeşil amonyak/hidrojen) geleceğini öngörebiliriz. Bu alt sektörlerde faaliyet gösteren müşteriler için karbon maliyetlerini hesaba katmak önemlidir.
2053 Net Sıfır Perspektifi: Ulaştırmanın 2053’te net sıfıra ulaşması demek, karayolu taşımacılığında fosil yakıt kullanılmaması anlamına gelir. Yani tüm binek ve ticari araçların elektrikli veya hidrojen/yeni nesil yakıt hücreli olması gerekir. Türkiye ölçeğinde bu çok büyük bir dönüşümdür ve elektrik altyapısından üretim tesislerine, şarj istasyonu ağlarından ikinci el piyasasına kadar her şeyi etkiler. Havacılıkta net sıfır için sürdürülebilir havacılık yakıtları (biofuel veya sentetik e-yakıtlar) yaygınlaşmalı, hatta uzun vadede elektrikli veya hidrojenli uçaklar devreye girmelidir. Denizcilikte de benzer şekilde yeşil amonyak, yeşil metanol gibi alternatifler fosil yakıtın yerini almalıdır. Bu dönüşümlerin gerçekleşmemesi düşünülemez, zira ulaşım net sıfıra yaklaşamazsa ülke hedefini tutturamaz. Bankalar için 2040-2050 aralığında ulaştırma sektöründe risk, eski teknolojiye saplanıp kalan şirketlerde olacaktır. Örneğin, 2040 yılında hala büyük ölçüde dizel kamyon filosu olan bir lojistik şirketi varsa, muhtemelen faaliyetlerini sürdüremeyecek durumdadır. Dolayısıyla bu tür müşterilere uzun vadeli kredi vermek büyük risk oluşturur. Diğer yandan bankalar, bu sektörün dönüşümünü finanse ederek çok ciddi bir piyasa potansiyelinden de yararlanabilir (elektrikli araç üretim yatırımları, batarya fabrikaları, şarj altyapısı projeleri vb.). Risk ve fırsat burada iki uçlu bir denklem sunar; kararlarınızı uzun vadeli trendlere bakarak almak durumundasınız.
Tarım Sektörü
Mevcut Durum & 2030 Perspektifi: Tarım, iklim değişikliği denilince genelde akla ilk gelen sektör olmasa da, metan ve azot oksit emisyonları ile önemli pay sahibi; ayrıca iklim politikalarından dolaylı olarak etkilenen bir alan. 2030’a kadar tarım sektöründe doğrudan bir karbon fiyatlaması veya regülasyon söz konusu olmayabilir (Türkiye’de tarımsal emisyonlar için henüz bir karbon vergisi ya da sınırlandırma planı bulunmuyor). Ancak, iklim geçiş riskinin tarımdaki tezahürü farklı kanallardan olabilir: Örneğin gübre sektöründe (tarımla bağlantılı) enerji maliyetleri ve ETS maliyetleri artabilir, bu da gübre fiyatlarını yükseltir; çiftçiler için üretim maliyeti artar. Veya ulaştırma yakıt fiyatlarının artışı, tarım lojistiğini pahalılaştırabilir. Yine de 2030’a dek en büyük risk, fiziksel risklerle ilişkili olmaya devam edecek gibi görünüyor (kuraklık, ekstrem hava olayları vs. tarımı zorluyor). Geçiş riski anlamında bankalar tarım sektöründe dolaylı etkileri izlemelidir: Örneğin, yoğun girdi (gübre, mazot) kullanan endüstriyel tarım işletmeleri, karbon maliyetleri nedeniyle ürün fiyat rekabetinde zorlanabilir. “Organik” veya “düşük girdiyle üretim” yapan işletmeler göreceli avantaj kazanabilir.
2053 Net Sıfır Perspektifi: Uzun vadede tarımın da karbon nötr hale gelmesi hedefleniyor. Bu, iki yönlü bir yaklaşım gerektirir: (1) Emisyonları azaltmak: Tarımda gübre kullanımı kaynaklı N₂O emisyonlarını azaltmak (örneğin gübre kullanımını optimize eden teknolojiler, biyolojik azot bağlayıcı bitkiler ekmek), pirinç tarlaları ve hayvancılıktan kaynaklı metan emisyonlarını düşürmek (yem değişiklikleri, metan geri kazanımı vb.), tarım makinelerini elektrikli veya biyoyakıtlı yapmak. (2) Yutakları artırmak: Tarım arazilerinde toprak karbonunu artırmak, ormanlaştırma ve rejeneratif tarım uygulamaları ile karbonu toprağa ve bitki örtüsüne hapsetmek. 2053’e giderken belki de tarım sektörü net sıfır hedefine katkı için negatif emisyon bile sağlayabilir (örneğin biyokömür üretimi ve toprağa gömülmesi gibi uygulamalar). Bankalar, tarım kredilerinde uzun vadede çiftçilerin bu dönüşüme uyum sağlama kapasitesini değerlendirmeli. Büyük tarımsal işletmeler, sera gazı emisyonlarını raporlamaya başlayabilir ve pazarda “düşük karbon sertifikalı” ürünlere talep artabilir. Uyum sağlayamayanlar pazar kaybedebilir. Örneğin 2040’ta AB’nin ithal ettiği gıdalarda karbon ayak izi standartları uyguladığını düşünelim; bu durumda Türkiye’deki ihracatçı bir tarım işletmesi, üretimini bu standartlara uyduramazsa ihracat yapamayacaktır. Bu tip senaryolar, bugünün çok uzak ihtimalleri gibi görünse de bankaların uzun vadeli risk projeksiyonlarında yer almalıdır.
Sektörel analiz özetle: Her sektör, iklim geçişi sürecinde kendi dinamiklerine özgü risk ve fırsatlarla karşı karşıyadır. Bankalar için önemli olan, hangi sektörün ne hızla dönüşeceğini ve bunun kredi portföylerine etkisini anlamaktır. Türkiye’nin 2030 ve 2053 hedefleri, genel yönü çizmekle birlikte sektör detaylarında farklılaşmalar olacaktır. Örneğin enerji ve ulaştırma dönüşümü hızlı ve belirgin olabilirken, çimento gibi “zor” sektörlerde dönüşüm daha yavaş ve belirsizliklerle dolu olabilir. Bu nedenle risk yönetimi ekipleri, sektörel uzmanlık geliştirerek her bir öncelikli sektöre dair iklim risk kriterleri seti oluşturmalıdır. Yukarıdaki değerlendirmeler, bu yönde bir yol haritası sunmayı amaçlamaktadır.
Risk Sınıflandırma ve Fiyatlamaya Dair Bankalara Yönelik Pratik Çıkarımlar
İklim geçiş riskinin somut etkilerini ve sektörel yansımalarını ele aldıktan sonra, bankaların kredi portföylerinde bu riskleri nasıl sınıflandırıp fiyatlayabileceğine dair bazı pratik çıkarımlarla rehberi noktalayalım:
“Yeşil” ve “Kahverengi” Varlık Sınıflandırması: Kredi portföyünüzü, iklim riskine göre kabaca yeşil, nötr ve kahverengi olarak sınıflandırmayı değerlendirin. Yeşil varlıklar, düşük veya sıfır karbonlu projelere verilen krediler (ör. yenilenebilir enerji santrali finansmanı, enerji verimliliği projeleri), kahverengi varlıklar ise yüksek karbon emisyonlu sektörlere verilen krediler (ör. kömür madenciliği, fosil yakıt enerji, geleneksel çimento vb.) olabilir. Böyle bir sınıflandırma, portföyünüzün geçiş risk yoğunluğunu hızlıca görmenizi sağlar. Hatta BDDK’nın gündeminde olan Yeşil Varlık Oranı gibi metriklere hazırlık açısından da faydalıdır; AB bankacılık otoritesinin benimsediği bu oranın benzeri Türkiye’de de uygulanırsa, bankaların yeşil varlık yüzdelerini raporlaması gerekecek ve kahverengi varlıkların azaltılması teşvik edilecektir.
Sermaye Maliyeti ve Karşılıklar: Risk sınıflandırmasına paralel olarak, kahverengi varlıklar için daha yüksek sermaye ayırma veya kredi karşılığı oranları uygulamayı düşünebilirsiniz. Şu anda düzenleyici olarak iklim riski için farklı bir sermaye yükümlülüğü olmasa da (Basel çerçevesinde henüz somut bir “brown penalising factor” tanımlı değil), bankanız içsel olarak bu tür risklere ihtiyatlı yaklaşabilir. Örneğin içsel stres testleriniz bir portföy dilimi için yüksek zarar olasılığı gösteriyorsa, yönetim olarak o dilime ekstra yastık koyma kararı alabilirsiniz. Bu tür önlemler, olası bir sert geçiş durumunda bankanızın şok emme kapasitesini artıracaktır.
Fiyatlama Stratejileri: Yukarıda bahsedilen risk primleri uygulamasını stratejik hale getirin. Belki de yakın gelecekte kredi fiyatlama modellerinize “Karbon Maliyeti Endeksi” gibi bir parametre eklenecek. Bu endeks, her müşteri için tespit ettiğiniz karbon riskine (mevzuata uyum skoru, emisyon yoğunluğu vs.) dayalı 1-10 arası bir değer olsun. Model, endeks yüksekse (riskli müşteri) kredi faizine +X baz puan eklesin, düşükse -Y baz puan çıkarsın. Böylece otomatik ve tutarlı bir fiyatlama mekanizması kurulabilir. Bu, rekabetçi piyasada ilk başta zor görünse de zamanla sürdürülebilir bankacılıkta bir norm haline gelebilir. Hatta kredi fiyatlamasını müşteriye açık bir şekilde iletip “karbon riskinizi düşürürseniz finansman maliyetiniz de düşer” mesajı verebilirsiniz.
Ürün Çeşitlendirme: İklim geçiş riskini yönetmek için yeni finansal ürünler geliştirilebilir. Örneğin sürdürülebilir performansa endeksli krediler (Sustainability-Linked Loans) şu an dünyada yaygınlaşıyor. Bu kredilerde faiz, borçlunun belirli sürdürülebilirlik hedeflerini tutturmasına göre ayarlanıyor (bonus veya ceza şeklinde). Türkiye’de de benzer ürünler görebiliriz; bu hem müşteriyi motive eder hem de bankanın riskini azaltır. Diğer bir ürün, yeşil tahvil ihracına aracılık edip elde edilen fonla yeşil projelere kredi vermek olabilir. Bu sayede bankanızın kaynak tarafı da çeşitlenecektir. Özetle, geçiş riskini fırsata çevirmek için finansal inovasyon önemlidir.
İç Yetkinlik Geliştirme: Son olarak, bankanız bünyesinde iklim riski uzmanlığı geliştirmeyi unutmayın. Kredi komitelerinizde bu konulara hakim kişiler bulundurun, risk yönetimi ekibinizi eğitin. Gerekiyorsa danışmanlık alın veya sektörel uzmanlarla iletişim kurun. Unutulmamalı ki, iklim düzenlemeleri de sürekli güncellenip gelişiyor. Örneğin bugün taslak olan ETS yönetmeliği yakında yürürlüğe girecek ve belki 2030’a varmadan kapsamı genişleyecek. Bankanızın bilgi birikimi bu değişimi proaktif olarak takip edebilmeli. Bu kapsamda, İklim Kanunu kapsamında kurulacak Karbon Piyasası Kurulu ve Yeşil Taksonomi çalışmalarını, ayrıca uluslararası gelişmeleri (AB Taksonomisi, ECB iklim stres testleri vb.) yakından izlemek gerekiyor.
Sonuç
Türkiye’de iklim değişikliğiyle mücadele alanında devreye giren İklim Kanunu, Emisyon Ticaret Sistemi ve diğer düzenlemeler, ekonomi çapında bir dönüşüm sürecini başlatmıştır. Bu dönüşüm süreci, bankaların karşı karşıya olduğu risk manzarasını da değiştirmektedir. İklim geçiş riski, artık düzenleyici otoritelerin de dile getirdiği üzere, kredi riski yönetiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu rehberde detaylı olarak ele alındığı gibi, iklimle ilgili mevzuatın amacı, kapsamı ve getirdiği yükümlülükler finansal risklere dönüşebilmektedir. Ancak aynı zamanda doğru stratejilerle yönetildiğinde bu riskler azaltılabilir ve hatta bankalar için yeni iş fırsatları yaratabilir.
Bankaların bu süreçte proaktif davranması esastır. Mevzuata uyum sağlayan, düşük karbonlu iş modellerine geçiş yapan şirketler desteklenmeli; uyum sağlayamayanlar ise riskli kategoride izlenmelidir. Türkiye’nin 2030 ve 2053 hedefleri doğrultusunda, önümüzdeki yıllarda karbon yoğun sektörlerin dönüşümü kaçınılmazdır. Bu dönüşümün finansmanı ve yönlendirilmesinde bankacılık sektörü kritik bir rol oynayacaktır. Kredi riski değerlendirmede iklim faktörlerini dikkate alan, risk fiyatlamasını buna göre yapan bankalar hem kendi sürdürülebilirliğini güvence altına alacak hem de ülkenin yeşil kalkınma hedeflerine katkı sunacaktır.

Bir yanıt yazın